İstanbul’u Geziyorum Gözlerim Açık! Bir İstanbul Kültürü Kitabı

Stok Kodu:
9789758729647
Sayfa Sayısı:
872
Basım Yeri:
İstanbul
Baskı:
3
Basım Tarihi:
2006-09
Kapak Türü:
Karton
Kağıt Türü:
2.Hamur
Dili:
Türkçe
%20 indirimli
12.49
9.99
9789758729647
49243
İstanbul’u Geziyorum Gözlerim Açık!
İstanbul’u Geziyorum Gözlerim Açık! Bir İstanbul Kültürü Kitabı
9.99
Eşsiz kent İstanbul´un tarih sahnesine çıktığı günlerden bu yana, heyecan ve serüvenlerle dolu efsanelerini, duyulmadık anılarını, köşede bucakta unutulup kalmış öykülerini, irili ufaklı sayısız tarihi eserini, semtlerini ve bunlarla ilgili haz dolu bilgileri, mimari eserlerin sanatsal üslup özelliklerinin yanında, bunların yapıldığı dönemlerin ilginç öykülerini, ta kuruluş yıllarından Cumhuriyet dönemine dek, bölge bölge, semt semt sokak sokak gezerek tanıyacaksınız. Boynu bükük, yazgısına terk edilmiş küçük bir sokak çeşmesinden yıkık duvarlarına otlar fışkıran bir medrese kalıntısına; bakımsızlıktan perişan duruma gelmiş çok eski bir kilise temeli yapısından anıtsal bir Osmanlı külliyesine dek, tarihi değeri çok yüksek yüzlerce İstanbul eserinin gözlerinizin önüne serileceği sayfalar arasında yapacağınız bu fantastik yolculuğu, eminiz ki ömrünüz boyunca unutamayacak ve hepiniz birer "İstanbul âşığı" olacaksınız. KİTAPTAN UNKAPANI ADI NEREDEN' Sur içi İstanbul´unun kuzey şeridinin bir kısmını oluşturan bu hat, Bizans devri ve Osmanlı dönemlerinde, yoğun ticari faaliyetlerin cereyan ettiği güney Haliç bölgesiydi. Özellikle liman işlevi gördüğünden, bu kıyılar günün her saatinde gemi trafiği ile iç içeydi. İnsan kalabalığının uğultusu dışında ortalık, İstanbul´un her yerinde olduğu gibi, buralarda da sessizlik içindeydi. Hatta denir ki, gemicilerin limana yanaşma anında, kıyılara halat fırlatırken attıkları çığlık ve bağrışmalar, Edirnekapı taraflarından duyulurmuş!... Günümüzün Unkapanı´nda, yanınızdaki ile konuşurken bile ne söylediğiniz işitilmezken, o eski devirlerin sesiz ortamı, insanın hayal sınırlarını zorluyor gerçekten. Neredeyse teknik hiçbir gürültü, yoktu İstanbul sokaklarında, çarşılarında. Hele akşam olup da el ayak çekilince!... Kentte araba kullanılmazdı. Herkes yaya gezerdi. Ata da ender binilirdi. Sultanlar içinde bile arabayı çok az kullananlar vardı. 3. Mustafa iki kez binmiştir örneğin arabaya. 18.y.yıl sonlarında saltanat süren 1.Abdülhamit ise sadece bir kez!... Hasta olmadıkça, bir bey veya paşanın arabayla bir yerden bir yere gitmesi, utanç verici bir şeydi İstanbul´da. Sessiz araçların en sessizi, tahtırevanı (Farsça, yürüyen koltuk-taht) da çoğu kez saray kadınları yeğlerlerdi. Kentteki gayrimüslimler zaten at kullanamazlardı. Ancak görevi olanlar ve hekimlere bu izin verilmişti. Yine de, bir Osmanlı subayı gördüklerinde atlarından inip selam vermek kaydıyla!... Yaya bir İstanbul!... Her yerine yürüyerek gidilen sakin ve sessiz İstanbul!... Ben bütün gezilerimde hep, İstanbul´un bu sessizliğini düşledim. En yoğun nüfusu olan, ticaretin ta Bizans çağından bu yana yüreğinin attığı bu bölge böyleyse, ya diğer semtlerin sessizliklerinin ölçüsü neydi' Issız caddeler, sokak araları, Yavuz Selim yamaçları, Gedikpaşa yokuşları, Silivrikapı mahalleleri, hele hele kış geceleri nasıl da sessiz oluyorlardı kim bilir' Anıtların görkemleri kadar etkileyici bir sessizlik!... Ve gecelerin katran rengi karanlığı!... Neyse, şimdi biz dönelim yine, çağımızın sağır eden gürültüsü ve bitip tükenmeyen klakson sesleriyle, bu Eminönü- Unkapanı arasındaki, gümbürdeyen kalabalık sokaklara. Bu kez, Tahtakale yönünden batıya, Unkapanı´na yürüyelim. Bazen ana caddeyi, bazen de sokak aralarını kullanarak ilerleyelim. Bu Unkapanı´na da adını veren "kapan"lar, bir çeşit antrepo gibi, devletin işlettiği erzak depolarıydı. Sözcük "kabban"dan üretilmiştir. Bu, "dev terazi anlamına geliyordu. Demek ki bu depolardaki yiyecekler için böyle teraziler kullanılıyor ve tartıldığı malzemenin adıyla birlikte anılıyordu; balkapanı, unkapanı gibi... Bu semtlerde, hamamından çeşmesine, camisinden çarşısına dek, çok çeşitli işlevlerdeki eski eserleri, önceki gezide gördük. Bu kadar çok yapının pek de geniş olmayan bir alan içinde yer alması, bölge nüfus yoğunluğunun bir başka göstergesi sayılabilir. Özellikle Tahtakale sokakları, Osmanlı günlerinde de esnaf kalabalığından geçilmezdi. Böyle olmasaydı, 1555´te Halepli Hükm ve Şems adlarındaki iki tacir, ilk kahvehaneyi burada açarlar mıydı' Hem de bu işi öyle tutturdular ki, 30 yıl içinde kahvehane sayısı 600´e ulaştı İstanbul´da. Kahvehaneler daha sonra "tahmishane" adıyla da tanımlandı. İstanbul sosyal yaşamının bir özel parçası, unutulmaz anılarla dolu efsanesi oldu bu kahvehaneler. Hâlâ da öyle değil mi' Bölgede esnaf sayısı ve konut yerleşimi giderek arttı. Bunlar bazen kontrol edilemez oldu ama denetimlerin peşi de hiç bırakılmadı. İstanbul kadısının yardımcıları olan Naib ve Ayak Naibi, haftada üç kez bu çarşıları dolaşmaya çıktılar. Fiyatlarda ve terazilerde en küçük bir oynama gördüklerinde de, peşlerinden gelen "falakacılar"la, hemen orada, cezayı peşin uyguladılar!... Bugün esnaf yerleşimlerinin bulunduğu bu sokaklarda, bu kişilere dini hizmet verecek eski küçük semt camileri de sık görülür. Kıyı kesimlerde, şimdi sadece adları kalan bu tür camilerden daha önce söz etmiştim sizlere. Şimdi ise bu tür tarihi yapıları görüp tanımak için, Rüstem Paşanın camisinden batıya doğru ilerleyelim. Ara sokaklar, eskisi gibi yine çok hareketli. Buralardaki sokaklarda o eski gelenekler kısmen de olsa yaşatılmaya çalışılıyor. Örneğini kazan satanlar kazancılar sokağını, kantar, terazi gibi aletleri imal edenler kantarcılar sokağını mesken tutmuşlar. Eski zaman esnafının camileri de bu adlarla anılıyor. SULTAN FATİH´İ İSTANBUL´A SOKMAYAN ADAM Fatih Mehmet İstanbul´a yerleştikten sonra, ortam da biraz durulup sakinleşince, canı ava çıkmak istemiş. Surların dışına çıkıp uzaklaşmış ta uzaklaşmış. Avlanırken zamanın nasıl geçtiğini unutuvermiş. Şehre dönmeye karar verdiğinde de hava kararmaya başlamış. Sur kapılarının önüne geldiğinde de, kapının, kendisinin emrettiği şekilde kapalı olduğunu görmüş ve nöbetçi askere, hemen içeriye alınması için bağırmış. Yeniçeri bu, karanlık basınca kapıların kesinlikle kapanması emrini sultandan almış, hiç kapıyı açar mı' Neyse, sultan kızmaya ve sesini yükselmeye başlamış o ara. Asker hiç oralı değil. Adama(!) oradan hemen uzaklaşmasını emretmiş. Fatih bakmış ki bu asker hiç laftan anlamıyor ve verilen emre titizlikle uyuyor, hemen sultan başlığını ve kaftanını giyip bağırmış: "Şimdi tanıdın mı sultanını asker' Ben Padişah Mehmet!" Asker sapsarı kesilip, bir koşuda kapıyı açmış ve sultanı, yerlere kadar eğilip kente almış. Ne hoş bir efsane değil mi' Belki de gerçekten yaşanmıştır. Fatih daha sonra askere, bu inatçı kahramanlığından ötürü, "sen ne yavuz bir ermişsin" demiş. İşte şimdi önünde durduğumuz cami, bu yavuz erin 1455 yılında yaptırdığı Yavuz Er Sinan Camisi!... Unkapanı´nın bitiminde, köşede, İ.M.Ç. ye dönerken, yol kenarında bulunuyor. Yalnız ilk katı biraz caddenin altında kalmış. Bu da yıllar içinde yol seviyesinin ne denli yükseldiğinin bir ölçüsü. Caminin şeması, erken Osmanlı dönemlerinin tipik örneğini yansıtıyor. Girişinde iki kemerli bir son cemaat yeri bulunan, kare planlı ana mekânını tek bir kubbenin örttüğü küçük bir cami bu. Minare, başarısız olduğu her halinden belli, özensiz bir onarım görmüş. Caminin arkasındaki hazirede Horoz Dede isimli bir zatın mezarı var. Fetih günlerinin alacakaranlık sabahlarında, uzaklardan horoz gibi öterek askerleri uyandırırmış bu eren. 450 yıldır o küçük mezarlıkta öylece yatıp duruyor!... Bu Horoz dede, aynı zamanda "sofi" fakirlerindendi. Caminin karşı köşesinde, Atatürk Köprüsü´nün başında, Osmanlı´nın son devirlerine ait barok stilde Hafız Ahmet Paşa çeşmesi ortaya çıkarıldı. Etrafı yeşillend
Eşsiz kent İstanbul´un tarih sahnesine çıktığı günlerden bu yana, heyecan ve serüvenlerle dolu efsanelerini, duyulmadık anılarını, köşede bucakta unutulup kalmış öykülerini, irili ufaklı sayısız tarihi eserini, semtlerini ve bunlarla ilgili haz dolu bilgileri, mimari eserlerin sanatsal üslup özelliklerinin yanında, bunların yapıldığı dönemlerin ilginç öykülerini, ta kuruluş yıllarından Cumhuriyet dönemine dek, bölge bölge, semt semt sokak sokak gezerek tanıyacaksınız. Boynu bükük, yazgısına terk edilmiş küçük bir sokak çeşmesinden yıkık duvarlarına otlar fışkıran bir medrese kalıntısına; bakımsızlıktan perişan duruma gelmiş çok eski bir kilise temeli yapısından anıtsal bir Osmanlı külliyesine dek, tarihi değeri çok yüksek yüzlerce İstanbul eserinin gözlerinizin önüne serileceği sayfalar arasında yapacağınız bu fantastik yolculuğu, eminiz ki ömrünüz boyunca unutamayacak ve hepiniz birer "İstanbul âşığı" olacaksınız. KİTAPTAN UNKAPANI ADI NEREDEN' Sur içi İstanbul´unun kuzey şeridinin bir kısmını oluşturan bu hat, Bizans devri ve Osmanlı dönemlerinde, yoğun ticari faaliyetlerin cereyan ettiği güney Haliç bölgesiydi. Özellikle liman işlevi gördüğünden, bu kıyılar günün her saatinde gemi trafiği ile iç içeydi. İnsan kalabalığının uğultusu dışında ortalık, İstanbul´un her yerinde olduğu gibi, buralarda da sessizlik içindeydi. Hatta denir ki, gemicilerin limana yanaşma anında, kıyılara halat fırlatırken attıkları çığlık ve bağrışmalar, Edirnekapı taraflarından duyulurmuş!... Günümüzün Unkapanı´nda, yanınızdaki ile konuşurken bile ne söylediğiniz işitilmezken, o eski devirlerin sesiz ortamı, insanın hayal sınırlarını zorluyor gerçekten. Neredeyse teknik hiçbir gürültü, yoktu İstanbul sokaklarında, çarşılarında. Hele akşam olup da el ayak çekilince!... Kentte araba kullanılmazdı. Herkes yaya gezerdi. Ata da ender binilirdi. Sultanlar içinde bile arabayı çok az kullananlar vardı. 3. Mustafa iki kez binmiştir örneğin arabaya. 18.y.yıl sonlarında saltanat süren 1.Abdülhamit ise sadece bir kez!... Hasta olmadıkça, bir bey veya paşanın arabayla bir yerden bir yere gitmesi, utanç verici bir şeydi İstanbul´da. Sessiz araçların en sessizi, tahtırevanı (Farsça, yürüyen koltuk-taht) da çoğu kez saray kadınları yeğlerlerdi. Kentteki gayrimüslimler zaten at kullanamazlardı. Ancak görevi olanlar ve hekimlere bu izin verilmişti. Yine de, bir Osmanlı subayı gördüklerinde atlarından inip selam vermek kaydıyla!... Yaya bir İstanbul!... Her yerine yürüyerek gidilen sakin ve sessiz İstanbul!... Ben bütün gezilerimde hep, İstanbul´un bu sessizliğini düşledim. En yoğun nüfusu olan, ticaretin ta Bizans çağından bu yana yüreğinin attığı bu bölge böyleyse, ya diğer semtlerin sessizliklerinin ölçüsü neydi' Issız caddeler, sokak araları, Yavuz Selim yamaçları, Gedikpaşa yokuşları, Silivrikapı mahalleleri, hele hele kış geceleri nasıl da sessiz oluyorlardı kim bilir' Anıtların görkemleri kadar etkileyici bir sessizlik!... Ve gecelerin katran rengi karanlığı!... Neyse, şimdi biz dönelim yine, çağımızın sağır eden gürültüsü ve bitip tükenmeyen klakson sesleriyle, bu Eminönü- Unkapanı arasındaki, gümbürdeyen kalabalık sokaklara. Bu kez, Tahtakale yönünden batıya, Unkapanı´na yürüyelim. Bazen ana caddeyi, bazen de sokak aralarını kullanarak ilerleyelim. Bu Unkapanı´na da adını veren "kapan"lar, bir çeşit antrepo gibi, devletin işlettiği erzak depolarıydı. Sözcük "kabban"dan üretilmiştir. Bu, "dev terazi anlamına geliyordu. Demek ki bu depolardaki yiyecekler için böyle teraziler kullanılıyor ve tartıldığı malzemenin adıyla birlikte anılıyordu; balkapanı, unkapanı gibi... Bu semtlerde, hamamından çeşmesine, camisinden çarşısına dek, çok çeşitli işlevlerdeki eski eserleri, önceki gezide gördük. Bu kadar çok yapının pek de geniş olmayan bir alan içinde yer alması, bölge nüfus yoğunluğunun bir başka göstergesi sayılabilir. Özellikle Tahtakale sokakları, Osmanlı günlerinde de esnaf kalabalığından geçilmezdi. Böyle olmasaydı, 1555´te Halepli Hükm ve Şems adlarındaki iki tacir, ilk kahvehaneyi burada açarlar mıydı' Hem de bu işi öyle tutturdular ki, 30 yıl içinde kahvehane sayısı 600´e ulaştı İstanbul´da. Kahvehaneler daha sonra "tahmishane" adıyla da tanımlandı. İstanbul sosyal yaşamının bir özel parçası, unutulmaz anılarla dolu efsanesi oldu bu kahvehaneler. Hâlâ da öyle değil mi' Bölgede esnaf sayısı ve konut yerleşimi giderek arttı. Bunlar bazen kontrol edilemez oldu ama denetimlerin peşi de hiç bırakılmadı. İstanbul kadısının yardımcıları olan Naib ve Ayak Naibi, haftada üç kez bu çarşıları dolaşmaya çıktılar. Fiyatlarda ve terazilerde en küçük bir oynama gördüklerinde de, peşlerinden gelen "falakacılar"la, hemen orada, cezayı peşin uyguladılar!... Bugün esnaf yerleşimlerinin bulunduğu bu sokaklarda, bu kişilere dini hizmet verecek eski küçük semt camileri de sık görülür. Kıyı kesimlerde, şimdi sadece adları kalan bu tür camilerden daha önce söz etmiştim sizlere. Şimdi ise bu tür tarihi yapıları görüp tanımak için, Rüstem Paşanın camisinden batıya doğru ilerleyelim. Ara sokaklar, eskisi gibi yine çok hareketli. Buralardaki sokaklarda o eski gelenekler kısmen de olsa yaşatılmaya çalışılıyor. Örneğini kazan satanlar kazancılar sokağını, kantar, terazi gibi aletleri imal edenler kantarcılar sokağını mesken tutmuşlar. Eski zaman esnafının camileri de bu adlarla anılıyor. SULTAN FATİH´İ İSTANBUL´A SOKMAYAN ADAM Fatih Mehmet İstanbul´a yerleştikten sonra, ortam da biraz durulup sakinleşince, canı ava çıkmak istemiş. Surların dışına çıkıp uzaklaşmış ta uzaklaşmış. Avlanırken zamanın nasıl geçtiğini unutuvermiş. Şehre dönmeye karar verdiğinde de hava kararmaya başlamış. Sur kapılarının önüne geldiğinde de, kapının, kendisinin emrettiği şekilde kapalı olduğunu görmüş ve nöbetçi askere, hemen içeriye alınması için bağırmış. Yeniçeri bu, karanlık basınca kapıların kesinlikle kapanması emrini sultandan almış, hiç kapıyı açar mı' Neyse, sultan kızmaya ve sesini yükselmeye başlamış o ara. Asker hiç oralı değil. Adama(!) oradan hemen uzaklaşmasını emretmiş. Fatih bakmış ki bu asker hiç laftan anlamıyor ve verilen emre titizlikle uyuyor, hemen sultan başlığını ve kaftanını giyip bağırmış: "Şimdi tanıdın mı sultanını asker' Ben Padişah Mehmet!" Asker sapsarı kesilip, bir koşuda kapıyı açmış ve sultanı, yerlere kadar eğilip kente almış. Ne hoş bir efsane değil mi' Belki de gerçekten yaşanmıştır. Fatih daha sonra askere, bu inatçı kahramanlığından ötürü, "sen ne yavuz bir ermişsin" demiş. İşte şimdi önünde durduğumuz cami, bu yavuz erin 1455 yılında yaptırdığı Yavuz Er Sinan Camisi!... Unkapanı´nın bitiminde, köşede, İ.M.Ç. ye dönerken, yol kenarında bulunuyor. Yalnız ilk katı biraz caddenin altında kalmış. Bu da yıllar içinde yol seviyesinin ne denli yükseldiğinin bir ölçüsü. Caminin şeması, erken Osmanlı dönemlerinin tipik örneğini yansıtıyor. Girişinde iki kemerli bir son cemaat yeri bulunan, kare planlı ana mekânını tek bir kubbenin örttüğü küçük bir cami bu. Minare, başarısız olduğu her halinden belli, özensiz bir onarım görmüş. Caminin arkasındaki hazirede Horoz Dede isimli bir zatın mezarı var. Fetih günlerinin alacakaranlık sabahlarında, uzaklardan horoz gibi öterek askerleri uyandırırmış bu eren. 450 yıldır o küçük mezarlıkta öylece yatıp duruyor!... Bu Horoz dede, aynı zamanda "sofi" fakirlerindendi. Caminin karşı köşesinde, Atatürk Köprüsü´nün başında, Osmanlı´nın son devirlerine ait barok stilde Hafız Ahmet Paşa çeşmesi ortaya çıkarıldı. Etrafı yeşillend
Yorum yaz
Bu kitabı henüz kimse eleştirmemiş.
Kapat