Sê zen

Stok Kodu:
9786055765736
Boyut:
135-195
Sayfa Sayısı:
180
Basım Yeri:
İstanbul
Baskı:
1
Basım Tarihi:
2011-01
Kapak Türü:
Karton
Kağıt Türü:
2.Hamur
Dili:
Türkçe
%20 indirimli
2.92
2.33
9786055765736
126832
Sê zen
Sê zen
2.334
Kana kesmiş üç çiçek... Yalnızlığa yaralı üç kadın... Ve sessiz kuytusunda bir çocuk adam... Küçücük bir odanın tanıklığında, farklı zamanlarda bir araya gelen yaşamlar... Özgün kurgusu ve çarpıcı çözümlemeleriyle evrensel nitelikler taşıyan bir anlatı... Teoman Hekimoğlunun üç kadına açılan sırlı kapısı Sê Zen, gerçek bir başyapıt... Kitaptan alıntı Kadınları çiçek olarak gören iki türlü insan vardır; şairler ve aptallar! Çünkü yalnızca bu ikisi, kadınlardaki çiçekleri hâlâ görebilenlerdir. Yok inan ki, sahiden öyle, yalnızca bu ikisi! Süreyyâ, çiçekçi dükkânının camekânından dışarıyı, çok eski bir masaldan artakalan İstanbulu seyrediyordu. Pirelerin tellal olduğu, develerin berber kaldığı, bebelerin kocamışların beşiğini tıngır, mıngır salladığı, kulelerinden çatılarına, burçlarından surlarına yankıyan bir masaldı İstanbul... Kubbelerinin baş döndürücü yayvanlığı ve dilsiz, lâl minareleri ile İstanbul, bir bilmeceler sarayı... Zoraki görünebilen güneş, şehrin dar sokaklarında boydan boya geziniyor, her köşeyi sanki kızıl kan damlalarıyla boyuyordu. Tapınakların diplerinde kurumuş çeşmeler, hemen her yanda karanlık delikler, semalarda kap¬¬kara, garip biçimli, dilsiz gölgeler kıpraşıyordu. Süreyyâ daha Boğazı hiç geçmemiş bir çocuk gibi bakıyordu şehre. Kim derdi ki, dünyanın nabzı asırlarca bu şehrin yüreğinde atmış' İstanbul... Bin haramiler şehri... Şehrin alevi en güzel giysileri içinde önünden geçiyor, yeryüzünün bütün günahları şehrin gürültüsünü tatlı bir ezgi belleyip sözsüz bir oyun oynuyordu sanki. O güne dek belli belirsiz kafasından geçirdiği hayaller ansızın gerçeklik kazanıyordu. İstanbul her çeşidiyle, farklı renk, farklı koku ve farklı dokudaki çiçeklerin bir araya bağlandığı koskoca bir demet iken. İstanbul, koca bir şehrin renk cümbüşü, gerisi sadece bir düş konusuydu. Bir düş... Bir düş güzeli... Doğuya doğru şehir surlarının gölgesinde tepeler oynaşıyordu. Batıya doğru başka tepecikler belirginleşip gölgelerin yoğunlaşmasıyla daha da kararıyordu. Çöp yığınları... Ve beride adeta ölülerin bile terk ettiği bir mezarlık. Ve o şehrin yanında, Süreyyânın da yaşadığı, İstan¬bulun o görmezden gelinen sekizinci tepesi, Kader Mahallesi... İstanbulun sekizinci tepesi... Renklerin sihre kestiği, ışığın tılsıma küstüğü... Gerçekle düş arasında kurulmuş salıncakta salınan bir yerdeydi Kader Mahallesi, bir varmışa, bir yokmuşa... Sanki mahalle şehrin kapısında içeriye girmek için sırasını bekliyordu. Sanki, yüzyıllardır... Sanki bir dev, şehrin hemen dışında kocaman ayaklarıyla kirli su birikintilerine basmış da, yerler sarsılırken etrafa sıçrayan çamurlar kuruyup, şekilden yoksun bu mahalleyi ve onun evlerini oluşturmuş gibiydi. İstanbulun sur dışı yoksul semtleri... İstanbulun masalı sur içinde anlatılsa da surlar dışından daha sessiz dinlenir, daha sesli duyulurdu. Büyü de buradaydı hep, sihir de... Sözcüklerin sessizliğinde... * * * Sabahın bu erken saatinde Süreyyâ, mahallesini seyrederken, dışarının kuytusuna küskün bir vedayı uzattıkça uzatan hınzır yağmur, inci tanelerini dökmeye devam ediyordu nazlıca. Bir ağıtın pek sık tekrarlanmayan bir parçası misali. Doğa, artık kendisini unutmuşa benzeyen şehir insanlarına varlığını ısrarla hatırlatıyordu sulu sepken. Öyle ya, şu koca şehirde insanlar, ağaçlardan yüksek binalarda oturuyor, yeni doğanlar, ağaçları yukarıdan daha iyi tanıyordu. Hoş, Kader Mahallesindeki insanların yerleştiği yapıcıklar öyle devâsa yığınlar değildi. Bir, iki göz odacık, tek katın üzerinde ne varsa kaçak kondurulmuş, boyası kaçmış, sıvası küsmüş evlerdi hepsi. Bir defaya mahsus, yasadan uzak kurulan inşaat sahasını devamlı anarmışçasına tepelerinde diklenen demir filizler, umutsuz yeni kat bekleyişlerinin sonunda, rüzgâ­ra, çiseye yenik düşer, paslı, eğri bir veda ile selama dururdu. Süreyyânın çiçeğe ve kadına dair düşünceleri de ıslanan şehre değer, saklanan semte değer, sürüp gidiyordu. İstanbulun gümüş ışıkları beri taraftan göz kırpmaya, sanki Kader Mahallesinin dinmez sükûnuna nazîre yapmaya başlamıştı. Sessiz bir yerdi burası. Şehrin o sebepsiz gürültüsü karşısında sesini yutmuş bir yerdi. Sakinlerinin yüzyıllardır dağınık bıraktıkları hayatları yüzünden bu mahalleliler, şehrin altına süpürülmüşlerdi. Şehrin bu yoksul semtinde dünyaya gelmek demek, hayat denilen yolculuğa direği çürük, yelkeni yırtık bir gemiyle başlamak demekti. Dertler, hayal kırıklıkları ve tasalar insan kılığına girmiş, koştururdu sokaklarında. Hü­¬zünden bozma mutluluklar yaşanırdı burada anca. Eski bir hüzünden... Belki hiç eskimeyen... Süreyyânın çiçekçi dükkânı, mahallenin sözüm ona en işlek caddesinin çıktığı noktadaydı. Yapım tarihi ilk nazarda gözlere belirsiz, ıslanmış bir parça karton gibi biçimden mahrum dikiliyordu bina. Üstte çatısız, tek bir kat daha vardı ve onun da tepesinde artık paslanmış, eğri, büğrü demirler seçilebiliyordu. Cadde, neredeyse çöplüğe dönüşmüş arsaların yanından geçiyor, çiçekçinin önüne çıkıyordu. Dükkân ve yanındaki derme çatma diğer binalar tarafından kesilerek sağa ve sola doğru iki yönde ayrılıyordu. Bitişik nizam evler arasında dimdik kopup ayrıldığı iki açı ile, caddenin ana olma vasfı zedeleniyor, yoluna daralarak devam ediyordu. Sözüm ona mahallenin bulvarı boyunca, kırık dökük evleri takip ediyor, sonra derine iner gibi alçalıp yokuş aşağı sapıyordu. Çukur basıp tümsek ezmiş, mevsimine göre toz ve çamur harmanı ana cadde nispeten geniş olmakla beraber, kimseler tarafından umursanmaz uzanıyordu. Karşı köşe başlarını tutmuş bakkaliye ve zücaciye dükkânları, çaprazlama Süreyyânın çiçekçisine bakar, az ötede türlü düğmeleri ile renkli yünler ve iplik dertleyen, tuhafiye dükkânı, gıcırdayan paslı tabelası ve sökülmüş boyaları ile onları selamlardı. Bakkaliyenin ve zücaciyenin durumları ondan çok farklı değildi. Kapının önünde unutulmuşça bırakılmış bir kasa dolusu boş gazoz şişeleri, artık kendi rengini terk etmeye başlamış ma¬vi bir vitrin, tezgâh niyetine orta yere konulmuş eski model bir buzdolabı, deterjan ve kuru gıda dolu ahşap raflar ve önünde dalları camekâna sarkmış hatırlı ama artık meyvesiz bir erik ağacı ile bakkaliye mesela.
Kana kesmiş üç çiçek... Yalnızlığa yaralı üç kadın... Ve sessiz kuytusunda bir çocuk adam... Küçücük bir odanın tanıklığında, farklı zamanlarda bir araya gelen yaşamlar... Özgün kurgusu ve çarpıcı çözümlemeleriyle evrensel nitelikler taşıyan bir anlatı... Teoman Hekimoğlunun üç kadına açılan sırlı kapısı Sê Zen, gerçek bir başyapıt... Kitaptan alıntı Kadınları çiçek olarak gören iki türlü insan vardır; şairler ve aptallar! Çünkü yalnızca bu ikisi, kadınlardaki çiçekleri hâlâ görebilenlerdir. Yok inan ki, sahiden öyle, yalnızca bu ikisi! Süreyyâ, çiçekçi dükkânının camekânından dışarıyı, çok eski bir masaldan artakalan İstanbulu seyrediyordu. Pirelerin tellal olduğu, develerin berber kaldığı, bebelerin kocamışların beşiğini tıngır, mıngır salladığı, kulelerinden çatılarına, burçlarından surlarına yankıyan bir masaldı İstanbul... Kubbelerinin baş döndürücü yayvanlığı ve dilsiz, lâl minareleri ile İstanbul, bir bilmeceler sarayı... Zoraki görünebilen güneş, şehrin dar sokaklarında boydan boya geziniyor, her köşeyi sanki kızıl kan damlalarıyla boyuyordu. Tapınakların diplerinde kurumuş çeşmeler, hemen her yanda karanlık delikler, semalarda kap¬¬kara, garip biçimli, dilsiz gölgeler kıpraşıyordu. Süreyyâ daha Boğazı hiç geçmemiş bir çocuk gibi bakıyordu şehre. Kim derdi ki, dünyanın nabzı asırlarca bu şehrin yüreğinde atmış' İstanbul... Bin haramiler şehri... Şehrin alevi en güzel giysileri içinde önünden geçiyor, yeryüzünün bütün günahları şehrin gürültüsünü tatlı bir ezgi belleyip sözsüz bir oyun oynuyordu sanki. O güne dek belli belirsiz kafasından geçirdiği hayaller ansızın gerçeklik kazanıyordu. İstanbul her çeşidiyle, farklı renk, farklı koku ve farklı dokudaki çiçeklerin bir araya bağlandığı koskoca bir demet iken. İstanbul, koca bir şehrin renk cümbüşü, gerisi sadece bir düş konusuydu. Bir düş... Bir düş güzeli... Doğuya doğru şehir surlarının gölgesinde tepeler oynaşıyordu. Batıya doğru başka tepecikler belirginleşip gölgelerin yoğunlaşmasıyla daha da kararıyordu. Çöp yığınları... Ve beride adeta ölülerin bile terk ettiği bir mezarlık. Ve o şehrin yanında, Süreyyânın da yaşadığı, İstan¬bulun o görmezden gelinen sekizinci tepesi, Kader Mahallesi... İstanbulun sekizinci tepesi... Renklerin sihre kestiği, ışığın tılsıma küstüğü... Gerçekle düş arasında kurulmuş salıncakta salınan bir yerdeydi Kader Mahallesi, bir varmışa, bir yokmuşa... Sanki mahalle şehrin kapısında içeriye girmek için sırasını bekliyordu. Sanki, yüzyıllardır... Sanki bir dev, şehrin hemen dışında kocaman ayaklarıyla kirli su birikintilerine basmış da, yerler sarsılırken etrafa sıçrayan çamurlar kuruyup, şekilden yoksun bu mahalleyi ve onun evlerini oluşturmuş gibiydi. İstanbulun sur dışı yoksul semtleri... İstanbulun masalı sur içinde anlatılsa da surlar dışından daha sessiz dinlenir, daha sesli duyulurdu. Büyü de buradaydı hep, sihir de... Sözcüklerin sessizliğinde... * * * Sabahın bu erken saatinde Süreyyâ, mahallesini seyrederken, dışarının kuytusuna küskün bir vedayı uzattıkça uzatan hınzır yağmur, inci tanelerini dökmeye devam ediyordu nazlıca. Bir ağıtın pek sık tekrarlanmayan bir parçası misali. Doğa, artık kendisini unutmuşa benzeyen şehir insanlarına varlığını ısrarla hatırlatıyordu sulu sepken. Öyle ya, şu koca şehirde insanlar, ağaçlardan yüksek binalarda oturuyor, yeni doğanlar, ağaçları yukarıdan daha iyi tanıyordu. Hoş, Kader Mahallesindeki insanların yerleştiği yapıcıklar öyle devâsa yığınlar değildi. Bir, iki göz odacık, tek katın üzerinde ne varsa kaçak kondurulmuş, boyası kaçmış, sıvası küsmüş evlerdi hepsi. Bir defaya mahsus, yasadan uzak kurulan inşaat sahasını devamlı anarmışçasına tepelerinde diklenen demir filizler, umutsuz yeni kat bekleyişlerinin sonunda, rüzgâ­ra, çiseye yenik düşer, paslı, eğri bir veda ile selama dururdu. Süreyyânın çiçeğe ve kadına dair düşünceleri de ıslanan şehre değer, saklanan semte değer, sürüp gidiyordu. İstanbulun gümüş ışıkları beri taraftan göz kırpmaya, sanki Kader Mahallesinin dinmez sükûnuna nazîre yapmaya başlamıştı. Sessiz bir yerdi burası. Şehrin o sebepsiz gürültüsü karşısında sesini yutmuş bir yerdi. Sakinlerinin yüzyıllardır dağınık bıraktıkları hayatları yüzünden bu mahalleliler, şehrin altına süpürülmüşlerdi. Şehrin bu yoksul semtinde dünyaya gelmek demek, hayat denilen yolculuğa direği çürük, yelkeni yırtık bir gemiyle başlamak demekti. Dertler, hayal kırıklıkları ve tasalar insan kılığına girmiş, koştururdu sokaklarında. Hü­¬zünden bozma mutluluklar yaşanırdı burada anca. Eski bir hüzünden... Belki hiç eskimeyen... Süreyyânın çiçekçi dükkânı, mahallenin sözüm ona en işlek caddesinin çıktığı noktadaydı. Yapım tarihi ilk nazarda gözlere belirsiz, ıslanmış bir parça karton gibi biçimden mahrum dikiliyordu bina. Üstte çatısız, tek bir kat daha vardı ve onun da tepesinde artık paslanmış, eğri, büğrü demirler seçilebiliyordu. Cadde, neredeyse çöplüğe dönüşmüş arsaların yanından geçiyor, çiçekçinin önüne çıkıyordu. Dükkân ve yanındaki derme çatma diğer binalar tarafından kesilerek sağa ve sola doğru iki yönde ayrılıyordu. Bitişik nizam evler arasında dimdik kopup ayrıldığı iki açı ile, caddenin ana olma vasfı zedeleniyor, yoluna daralarak devam ediyordu. Sözüm ona mahallenin bulvarı boyunca, kırık dökük evleri takip ediyor, sonra derine iner gibi alçalıp yokuş aşağı sapıyordu. Çukur basıp tümsek ezmiş, mevsimine göre toz ve çamur harmanı ana cadde nispeten geniş olmakla beraber, kimseler tarafından umursanmaz uzanıyordu. Karşı köşe başlarını tutmuş bakkaliye ve zücaciye dükkânları, çaprazlama Süreyyânın çiçekçisine bakar, az ötede türlü düğmeleri ile renkli yünler ve iplik dertleyen, tuhafiye dükkânı, gıcırdayan paslı tabelası ve sökülmüş boyaları ile onları selamlardı. Bakkaliyenin ve zücaciyenin durumları ondan çok farklı değildi. Kapının önünde unutulmuşça bırakılmış bir kasa dolusu boş gazoz şişeleri, artık kendi rengini terk etmeye başlamış ma¬vi bir vitrin, tezgâh niyetine orta yere konulmuş eski model bir buzdolabı, deterjan ve kuru gıda dolu ahşap raflar ve önünde dalları camekâna sarkmış hatırlı ama artık meyvesiz bir erik ağacı ile bakkaliye mesela.
Yorum yaz
Bu kitabı henüz kimse eleştirmemiş.
Kapat